Ürün Sepetinize Başarıyla Eklendi
Yar Aşkına Yarden Ayrı - Halkkitabevi

Yar Aşkına Yarden Ayrı

Stok Kodu
9786259536255
Boyut
13.5x19.5
Sayfa Sayısı
164
Basım Tarihi
2025
Kapak Türü
Ciltsiz
Kağıt Türü
2. Hamur
250,00TL
%15 İNDİRİM
212,50TL
Taksitli fiyat : 9 x 25,97TL
Stokta var
9786259536255
1016239
Yar Aşkına Yarden Ayrı
Yar Aşkına Yarden Ayrı
212.50

 “Aşk, Umut, Sevgi ve İsyan”
 
Haydar Doğan, diğer bir anlatımla Haydar Baba ve Haydar mahlasını kullanan ozanımız, Sivas ili, Şarkışla ilçesi, Beyyurdu köyünde 14.03.1955 yılında dünyaya gelir. Haydar’ın babası Hasan, Haydar dört yaşında iken sirozdan vefat eder. Tabii bu durum da Haydar’ın amcası Musa’nın omzuna çok ağır bir yük bindirir. Haydar’ın amcası, kardeşinin emanetine gözü gibi bakar ama şartlar da çok zordur. Fakat amcası çalışamaz sadece Ozan Haydar Baba’nın yanı sıra gider manevi destek olur. Amcasının yapacağı işler de Ozan Haydar Baba’nın omuzlarındadır. Amcası Musa ne yapsın, bildiği, gördüğü kadar kollayabilir. Atadan dededen ne gördüyse onu uygular.     
 
Ozan Doğan’ın yaşamı, yaşaması mucizelerle dolu! Anadolu’nun bir dağ köyü olan Beyyurdu köyü yaklaşık yılda 7-8 ayı kar-kışla, ancak 4-5 ayı ürün yetiştirmek, toplamak, kışın tüketecekleri yiyeceği zar-zor da olsa içeri almakla geçen bir yaşamın içinde hayatta kalmaya çalışır. 4-5 ay içinde tohumu toprakla birleştirme (ekme), onların olgunlaşmasını bekleme, küçük ve büyükbaş hayvanların doğadan yararlanmasını sağlama(doğada yetişen otlardan faydalanma), olgunlaşan ürünleri toplanıp işlenmesi gece gündüz demeden tüm aile bireyleri çalışmak zorundadırlar. Küçük büyük hiç kimse bu çalışmanın dışında kalamazdı. Çocuklar mı dediniz, 5-6 yaşına gelir gelmez artık onlar çocuk değil, yetişkindirler. Çünkü o yaşta bile çocukların yapacağı bir iş mutlaka bulunurdu.
 
İşte böyle bir ortamda büyüyen Ozan Haydar Baba, küçük yaşta yetişkinliğe adım atanlardan biridir. Kendi anlatımına göre; sekiz yaşında iken, Beyyurdu’nun ünlü Güldede Dağı eteklerinde camızlarını (manda) güderken (yayarken), gökten yağmur yerine çok büyük doluya tutulan ozan, baygınlık geçirirken, yakınlarda bulunan gençlerin onu bulmasıyla ölümden kurtulur. Düşünün bir kez, sekiz yaşındaki bir çocuk, çocukluğunu yaşamak şöyle dursun; yetişkinlerin bile zor ayakta kalabileceği bir doğa olayında yer almak zorunda kalıyor. Sadece bu mu? Değil tabii, yine bir doğa olayında, bir kış günü keçilerini köyden uzakta bulunan ağıl da otlatmaya gider ve orda keçileri otlatırken köylülerin “sulu sepken” dediği, esası karla karışık yağmur anlamında olan,  fırtınaya yakalanır ve yine ölümden döner. Şansı yaver gider de, Karakaya köyünde akrabası olan Dursun Hoşer ölümden kurtarıyor. O zaman Ozan Haydar Baba’nın yaşı henüz  ondur.
 
Ozan Haydar, çocuk yaşta sadece çobanlık değil, yetişen ürünleri biçiyor, ekin topluyor, yığıyor ve harmana getirip işliyor. Hayatı yokluklarla, yoksullukla geçen ozanımız, ağır şartlarda yaşam mücadelesi vermek zorunda kalıyor.
 
Nâzım Hikmet Ran, “Kadınlarımız” şiirinde olduğu gibi, “…sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen…” dizeleri, çocukların yeri hayvanlardan sonra gelir, ölürse ölür, bir boğaz eksilir, yaşarsa çalışırdı. Fakat ne kadar çalışırsa çalışsın, çalışmasının önemi yoktur, bir işçidir, gözle görülmeyen!
 
Ozan Haydar Baba ilkokulda bir kıza âşık olur. Fakat kıza söyleyemez, çocuktur utanır, içine kapanır, ne çare ki, için için yanar tutuşur, kavurur sevda, kaçsa kaçamaz, tutsa tutamaz. Hele de her gün görmesi unutmamasını sağladığı gibi, aşkı korlaşır, yüreğinin derinliklerinde, ıssız yerlerde türkülere yansır çaresizliği. Hep için için ağlar, kimselere açamaz derdini. Nasıl açsın ki, alay ederler, horlarlar, aşağılarlar, hatta dayak yeme ihtimali bile vardır. Sevdasını derinlerde saklar, aylar, yıllar birbirini kovalar. Yıllar geçer delikanlıdır artık. O küçük Haydar büyümüştür, değişmiştir, sevdiğine kavuşma vakti gelmiştir. Sevdiği kızı istemeye (dünür gönderme) büyüklerini gönderir ama kızı vermezler. Acı daha derinlere iner. Buralarda durulmaz artık der, Ankara’da Eniştesi Nuri’nin yanına gider. Eniştesi bakkalda iş bulur, çalışmaya başlar. Sevdası bitmiş değildir, yanar yüreği. Ah bir de sazı olsa, dizeleri nasıl da söyler, aşkını nasıl haykırır, türkü türkü ama yoktur işte sazı. Eniştesi Nuri, Haydar’ın bu halini hiç iyi görmez, gider eskiciden bir saz alır, getirir verir. İşte o zaman dünyalar Ozan Haydar Baba’nın olur. Alev alev yakan ateş, dillerde destan olur, saz ile söylerken sanki acıları hafifler, yürek yarasına derman olur. Coşar, taşar, savrulur, çalıp söylerken kopar evrenden, sevda haykırır tınılar!
 
Ozan Haydar ilk saz kursu teklifini Feyzullah Çınar’dan alır. Feyzullah Çınar, “Gel gitme, sazı ve ozanlık geleneğini sana öğreteyim, sende ayrı bir ses ve yetenek var.” der. O zaman aklı köyde olan Ozanımız durmaz, gider köyüne. Köy nüfusu göç etmemiş, ağırlık olarak köy ortamında yaşamaktadır. Köyde yaşı ileri düzeyde olan Hamza Polat (Aşık Hamza) ve Ali Yılmaz (Aşık geleneğini iyi bilen, usta malı şiirleri deyişleri söyleyen) ile de çalıp söyler, onlardan da çok şey öğrenir, kendini geliştirir. Artık bir ayağı köyde, bir ayağı Ankara’dadır, gider gelir. Daha kimler yoktur ki, tanışıklığı, bir arada oturup sohbet ettiği, desteklerini aldığı, Kul Ahmet (Maraş), Müslüm Sümbül, Aşık Ali İzzet Özkan, Mahmut Erdal, Hüseyin Özyazıcı (Ado), Aşık Hüseyin Aslan (Karpınarlı), İhsan Öztürk vb. gibi daha niceleri. Ozanımıza en büyük destek ve teşvik edenlerden biri de, Rıza Aslandoğan’dır. Ömrü boyunca bu ustaları hiç unutmaz Ozan Haydar, onları her zaman minnetle anar.
 
Haydar Baba, ilk aşkına kavuşma umudu kalmaz ama yüreğinin bir köşesini onun için ayırmıştır. Yaşam devam ediyor, yaşamak zorundadır. Bir gün bir arkadaşı ile bir düğüne gider ve iki güzel görür. Unuttum sandığı sevda bir hançer gibi yüreğine saplanır. Fakat düğündür orası, bir şey diyemez ama sevda çakmağını çakmıştır bir kez, sabaha kadar gözüne uyku girmez.
 
Ozanımız saz çalmasını biraz daha ilerletmiştir. Yine bir gün camın önünde saz çalarken, düğünde gördüğü kız oradan geçmektedir, takip eder, arkadaşına gider anlatır herşeyi. Arkadaşı dinledikten sonra onlar benim köylülerim der. Oturmaya giderler, kız hizmet etmektedir. Ozanımızın yüreği sanki yerinden kopacakmış gibi olur. Yine bir gün arkadaşıyla kızın evine giden Ozanımız, kızı evde göremez. Nerde diye sorduğunda, aldığı haber hiç iç açıcı değildir. Âşık olduğu kız nişanlıdır. Eli kolu yanına düşer, perişan olur. Tam aradığımı buldum derken yitirmiştir. Çaresizce döner eski haline. Nasıl bir kaderdir bu, âşık olduğu ikinci kızı da kaybetmiştir. Bağlamadır dostu artık, daha çok üzerine düşer. O günlerde şiir yazmaz, daha çok usta malı çalar söyler, tüm sevdalılarda olduğu gibi.
 
Zaman durmaz, zaman ilerler, bazen boş gezer, bazen bir işe tutunur. Sevdası uykusunu böler çok zaman. Ağır ağır toplumun içine daha çok karışır. Sazı ilerletmesine rağmen daha aşılacak çok yol vardır. Fakat sazına göre sesi meltem esintisi gibi yumuşak, yüreklere dokunur, takdir toplar.
 
Ozan Haydar Baba büyük bir sürprizle karşılaşır. Öğrendiğine göre düğünde âşık olduğu kız nişanlısından ayrılmıştır. Bu hesapta olmayan durum ozanımıza yaramıştır. Kızla nişanlanır, düğün hazırlıkları yapılır. Fakat işler yine ters gider, askerliği gelmiştir kıza ne kadar anlattı ise sözü yerini bulmamıştır ve ayrılırlar. Kızın halasının çabasıyla bir araya gelen nişanlılar, Ozanımızın “Ben askere gideceğim, beni beklersen evleniriz” diyerek söz alır. Her delikanlı gibi Ozan Haydar da askere gider. Askerliğini acemi birliğini İzmir Narlıdere’de, usta birliğini de İzmir  Gaziemir’de  yapan Ozanımız, askerden döndükten sonra nişanlısı kızın bir başkasıyla evlendiğini öğrenir, yapacak bir şey yoktur.
 
Bir gün akşam bir telefon, “Ben falan yerdeyim, gel beni al” diyen bir ses, eski nişanlısıdır. Gider alır ve Ankara Hoşdere caddesinde ocak başında lokantada yemek yenir, sohbet edilir ve ertesi gün buluşmak için anlaşırlar. Kız yine gelmez, çünkü kardeşi kızı bırakmaz, bunu daha sonra öğrenir. Lapa lapa kar yağarken gözlerinden yaşlar yanağına doğru akar ve bunun üzerine şu dizeleri yazar.
 
Sevdiğimin edasıyla nazıyla,
Muhabbet etmesi mest eyler beni.
Bakışı yaralar, ceylan gözüyle,
Açtığı yaralar zar eyler beni.
 
Paramparçadır yürek artık, yara derinleştikçe iyi geliyor, yangın korlaştıkça acı veriyor. Ne yapsın Ozan, kendi de bilmiyor. Acılar acılar, yoğuruyor ozanımızı, her kavuşmayan âşıkta olduğu gibi. Deliye döner, beyninde olumsuz düşünceler çatışma halindedir. Bu mudur kader, bu mudur sözün hükümsüzlüğü. Kimse üzerine varamaz. Çünkü çatacak yer aramaktadır, serseri mayın gibi dolaşır durur.
 
Fazla uzun sürmez ozanımızın bu halini gören büyükleri kendi köyünden bir kızla evlendirirler. Karşı gelemez kimseye. İki çocuğu olur. Eşinin de tenkitleriyle yazmayı, sazı, sözü terk eder, tam tamına kırk beş yıl geçer aradan. Sazı çalmayı unutmaya yüz tutmuştur artık.
 
Ozanımız, onca yıl aradan geçmesine rağmen ne ilk aşkını, ne de düğünde sevdalandığı aşkını unutmamıştır. Sadece sevdası uykuya yatmış, yüreğindeki korun üzeri külle kapatmıştır. Fakat bir gün uykuya daldığı bir sırada, tüm yaşamı gözünün önünden geçmiş, korlaşan yüreği aleve dönüşmüştür. Öyle ki; uykudayken gözlerinden akan yaş yastığı ıslattığında uyanmış, delik deşik olan yürek yarasını beyninin derinliklerinde hissetmiştir. Neden olmuştur, nasıl olmuştur, akıl yetirmek imkânsızdır. Fakat acı yüreğine oturmuş, nefes almasını zorlaştırmaktadır. Kim yaşamıştır, böyle acıyla hüznü bir arada ve de sevinci, bilinmez ama Ozan Haydar Baba’yı artık tozlu sahneler beklemektedir.
 
Birçok şiirini okudum, sevdanın duruluğu, aşkın ateşi, sönmeyen bir ilhamla karşı karşıyayız.
 
Başarılar dilerim.

  • Açıklama
    •  “Aşk, Umut, Sevgi ve İsyan”
       
      Haydar Doğan, diğer bir anlatımla Haydar Baba ve Haydar mahlasını kullanan ozanımız, Sivas ili, Şarkışla ilçesi, Beyyurdu köyünde 14.03.1955 yılında dünyaya gelir. Haydar’ın babası Hasan, Haydar dört yaşında iken sirozdan vefat eder. Tabii bu durum da Haydar’ın amcası Musa’nın omzuna çok ağır bir yük bindirir. Haydar’ın amcası, kardeşinin emanetine gözü gibi bakar ama şartlar da çok zordur. Fakat amcası çalışamaz sadece Ozan Haydar Baba’nın yanı sıra gider manevi destek olur. Amcasının yapacağı işler de Ozan Haydar Baba’nın omuzlarındadır. Amcası Musa ne yapsın, bildiği, gördüğü kadar kollayabilir. Atadan dededen ne gördüyse onu uygular.     
       
      Ozan Doğan’ın yaşamı, yaşaması mucizelerle dolu! Anadolu’nun bir dağ köyü olan Beyyurdu köyü yaklaşık yılda 7-8 ayı kar-kışla, ancak 4-5 ayı ürün yetiştirmek, toplamak, kışın tüketecekleri yiyeceği zar-zor da olsa içeri almakla geçen bir yaşamın içinde hayatta kalmaya çalışır. 4-5 ay içinde tohumu toprakla birleştirme (ekme), onların olgunlaşmasını bekleme, küçük ve büyükbaş hayvanların doğadan yararlanmasını sağlama(doğada yetişen otlardan faydalanma), olgunlaşan ürünleri toplanıp işlenmesi gece gündüz demeden tüm aile bireyleri çalışmak zorundadırlar. Küçük büyük hiç kimse bu çalışmanın dışında kalamazdı. Çocuklar mı dediniz, 5-6 yaşına gelir gelmez artık onlar çocuk değil, yetişkindirler. Çünkü o yaşta bile çocukların yapacağı bir iş mutlaka bulunurdu.
       
      İşte böyle bir ortamda büyüyen Ozan Haydar Baba, küçük yaşta yetişkinliğe adım atanlardan biridir. Kendi anlatımına göre; sekiz yaşında iken, Beyyurdu’nun ünlü Güldede Dağı eteklerinde camızlarını (manda) güderken (yayarken), gökten yağmur yerine çok büyük doluya tutulan ozan, baygınlık geçirirken, yakınlarda bulunan gençlerin onu bulmasıyla ölümden kurtulur. Düşünün bir kez, sekiz yaşındaki bir çocuk, çocukluğunu yaşamak şöyle dursun; yetişkinlerin bile zor ayakta kalabileceği bir doğa olayında yer almak zorunda kalıyor. Sadece bu mu? Değil tabii, yine bir doğa olayında, bir kış günü keçilerini köyden uzakta bulunan ağıl da otlatmaya gider ve orda keçileri otlatırken köylülerin “sulu sepken” dediği, esası karla karışık yağmur anlamında olan,  fırtınaya yakalanır ve yine ölümden döner. Şansı yaver gider de, Karakaya köyünde akrabası olan Dursun Hoşer ölümden kurtarıyor. O zaman Ozan Haydar Baba’nın yaşı henüz  ondur.
       
      Ozan Haydar, çocuk yaşta sadece çobanlık değil, yetişen ürünleri biçiyor, ekin topluyor, yığıyor ve harmana getirip işliyor. Hayatı yokluklarla, yoksullukla geçen ozanımız, ağır şartlarda yaşam mücadelesi vermek zorunda kalıyor.
       
      Nâzım Hikmet Ran, “Kadınlarımız” şiirinde olduğu gibi, “…sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen…” dizeleri, çocukların yeri hayvanlardan sonra gelir, ölürse ölür, bir boğaz eksilir, yaşarsa çalışırdı. Fakat ne kadar çalışırsa çalışsın, çalışmasının önemi yoktur, bir işçidir, gözle görülmeyen!
       
      Ozan Haydar Baba ilkokulda bir kıza âşık olur. Fakat kıza söyleyemez, çocuktur utanır, içine kapanır, ne çare ki, için için yanar tutuşur, kavurur sevda, kaçsa kaçamaz, tutsa tutamaz. Hele de her gün görmesi unutmamasını sağladığı gibi, aşkı korlaşır, yüreğinin derinliklerinde, ıssız yerlerde türkülere yansır çaresizliği. Hep için için ağlar, kimselere açamaz derdini. Nasıl açsın ki, alay ederler, horlarlar, aşağılarlar, hatta dayak yeme ihtimali bile vardır. Sevdasını derinlerde saklar, aylar, yıllar birbirini kovalar. Yıllar geçer delikanlıdır artık. O küçük Haydar büyümüştür, değişmiştir, sevdiğine kavuşma vakti gelmiştir. Sevdiği kızı istemeye (dünür gönderme) büyüklerini gönderir ama kızı vermezler. Acı daha derinlere iner. Buralarda durulmaz artık der, Ankara’da Eniştesi Nuri’nin yanına gider. Eniştesi bakkalda iş bulur, çalışmaya başlar. Sevdası bitmiş değildir, yanar yüreği. Ah bir de sazı olsa, dizeleri nasıl da söyler, aşkını nasıl haykırır, türkü türkü ama yoktur işte sazı. Eniştesi Nuri, Haydar’ın bu halini hiç iyi görmez, gider eskiciden bir saz alır, getirir verir. İşte o zaman dünyalar Ozan Haydar Baba’nın olur. Alev alev yakan ateş, dillerde destan olur, saz ile söylerken sanki acıları hafifler, yürek yarasına derman olur. Coşar, taşar, savrulur, çalıp söylerken kopar evrenden, sevda haykırır tınılar!
       
      Ozan Haydar ilk saz kursu teklifini Feyzullah Çınar’dan alır. Feyzullah Çınar, “Gel gitme, sazı ve ozanlık geleneğini sana öğreteyim, sende ayrı bir ses ve yetenek var.” der. O zaman aklı köyde olan Ozanımız durmaz, gider köyüne. Köy nüfusu göç etmemiş, ağırlık olarak köy ortamında yaşamaktadır. Köyde yaşı ileri düzeyde olan Hamza Polat (Aşık Hamza) ve Ali Yılmaz (Aşık geleneğini iyi bilen, usta malı şiirleri deyişleri söyleyen) ile de çalıp söyler, onlardan da çok şey öğrenir, kendini geliştirir. Artık bir ayağı köyde, bir ayağı Ankara’dadır, gider gelir. Daha kimler yoktur ki, tanışıklığı, bir arada oturup sohbet ettiği, desteklerini aldığı, Kul Ahmet (Maraş), Müslüm Sümbül, Aşık Ali İzzet Özkan, Mahmut Erdal, Hüseyin Özyazıcı (Ado), Aşık Hüseyin Aslan (Karpınarlı), İhsan Öztürk vb. gibi daha niceleri. Ozanımıza en büyük destek ve teşvik edenlerden biri de, Rıza Aslandoğan’dır. Ömrü boyunca bu ustaları hiç unutmaz Ozan Haydar, onları her zaman minnetle anar.
       
      Haydar Baba, ilk aşkına kavuşma umudu kalmaz ama yüreğinin bir köşesini onun için ayırmıştır. Yaşam devam ediyor, yaşamak zorundadır. Bir gün bir arkadaşı ile bir düğüne gider ve iki güzel görür. Unuttum sandığı sevda bir hançer gibi yüreğine saplanır. Fakat düğündür orası, bir şey diyemez ama sevda çakmağını çakmıştır bir kez, sabaha kadar gözüne uyku girmez.
       
      Ozanımız saz çalmasını biraz daha ilerletmiştir. Yine bir gün camın önünde saz çalarken, düğünde gördüğü kız oradan geçmektedir, takip eder, arkadaşına gider anlatır herşeyi. Arkadaşı dinledikten sonra onlar benim köylülerim der. Oturmaya giderler, kız hizmet etmektedir. Ozanımızın yüreği sanki yerinden kopacakmış gibi olur. Yine bir gün arkadaşıyla kızın evine giden Ozanımız, kızı evde göremez. Nerde diye sorduğunda, aldığı haber hiç iç açıcı değildir. Âşık olduğu kız nişanlıdır. Eli kolu yanına düşer, perişan olur. Tam aradığımı buldum derken yitirmiştir. Çaresizce döner eski haline. Nasıl bir kaderdir bu, âşık olduğu ikinci kızı da kaybetmiştir. Bağlamadır dostu artık, daha çok üzerine düşer. O günlerde şiir yazmaz, daha çok usta malı çalar söyler, tüm sevdalılarda olduğu gibi.
       
      Zaman durmaz, zaman ilerler, bazen boş gezer, bazen bir işe tutunur. Sevdası uykusunu böler çok zaman. Ağır ağır toplumun içine daha çok karışır. Sazı ilerletmesine rağmen daha aşılacak çok yol vardır. Fakat sazına göre sesi meltem esintisi gibi yumuşak, yüreklere dokunur, takdir toplar.
       
      Ozan Haydar Baba büyük bir sürprizle karşılaşır. Öğrendiğine göre düğünde âşık olduğu kız nişanlısından ayrılmıştır. Bu hesapta olmayan durum ozanımıza yaramıştır. Kızla nişanlanır, düğün hazırlıkları yapılır. Fakat işler yine ters gider, askerliği gelmiştir kıza ne kadar anlattı ise sözü yerini bulmamıştır ve ayrılırlar. Kızın halasının çabasıyla bir araya gelen nişanlılar, Ozanımızın “Ben askere gideceğim, beni beklersen evleniriz” diyerek söz alır. Her delikanlı gibi Ozan Haydar da askere gider. Askerliğini acemi birliğini İzmir Narlıdere’de, usta birliğini de İzmir  Gaziemir’de  yapan Ozanımız, askerden döndükten sonra nişanlısı kızın bir başkasıyla evlendiğini öğrenir, yapacak bir şey yoktur.
       
      Bir gün akşam bir telefon, “Ben falan yerdeyim, gel beni al” diyen bir ses, eski nişanlısıdır. Gider alır ve Ankara Hoşdere caddesinde ocak başında lokantada yemek yenir, sohbet edilir ve ertesi gün buluşmak için anlaşırlar. Kız yine gelmez, çünkü kardeşi kızı bırakmaz, bunu daha sonra öğrenir. Lapa lapa kar yağarken gözlerinden yaşlar yanağına doğru akar ve bunun üzerine şu dizeleri yazar.
       
      Sevdiğimin edasıyla nazıyla,
      Muhabbet etmesi mest eyler beni.
      Bakışı yaralar, ceylan gözüyle,
      Açtığı yaralar zar eyler beni.
       
      Paramparçadır yürek artık, yara derinleştikçe iyi geliyor, yangın korlaştıkça acı veriyor. Ne yapsın Ozan, kendi de bilmiyor. Acılar acılar, yoğuruyor ozanımızı, her kavuşmayan âşıkta olduğu gibi. Deliye döner, beyninde olumsuz düşünceler çatışma halindedir. Bu mudur kader, bu mudur sözün hükümsüzlüğü. Kimse üzerine varamaz. Çünkü çatacak yer aramaktadır, serseri mayın gibi dolaşır durur.
       
      Fazla uzun sürmez ozanımızın bu halini gören büyükleri kendi köyünden bir kızla evlendirirler. Karşı gelemez kimseye. İki çocuğu olur. Eşinin de tenkitleriyle yazmayı, sazı, sözü terk eder, tam tamına kırk beş yıl geçer aradan. Sazı çalmayı unutmaya yüz tutmuştur artık.
       
      Ozanımız, onca yıl aradan geçmesine rağmen ne ilk aşkını, ne de düğünde sevdalandığı aşkını unutmamıştır. Sadece sevdası uykuya yatmış, yüreğindeki korun üzeri külle kapatmıştır. Fakat bir gün uykuya daldığı bir sırada, tüm yaşamı gözünün önünden geçmiş, korlaşan yüreği aleve dönüşmüştür. Öyle ki; uykudayken gözlerinden akan yaş yastığı ıslattığında uyanmış, delik deşik olan yürek yarasını beyninin derinliklerinde hissetmiştir. Neden olmuştur, nasıl olmuştur, akıl yetirmek imkânsızdır. Fakat acı yüreğine oturmuş, nefes almasını zorlaştırmaktadır. Kim yaşamıştır, böyle acıyla hüznü bir arada ve de sevinci, bilinmez ama Ozan Haydar Baba’yı artık tozlu sahneler beklemektedir.
       
      Birçok şiirini okudum, sevdanın duruluğu, aşkın ateşi, sönmeyen bir ilhamla karşı karşıyayız.
       
      Başarılar dilerim.

  • Taksit Seçenekleri
  • Yorumlar
  • Yayınevinin Diğer Kitapları
Kapat